14 Mayıs 2012 Pazartesi

Alessandro Del Piero - TOP 18



Keçeli kalemle yapılan 10 numaralı Del Piero formalarına mı, yoksa dışarıdan bakan gözlere estetik açıdan zor anlar yaşatan betonda kalktığı o rövaşata benzerine dünyanın en güzel golü muamelesi yapacak çocuğa mı; "neden, neye, kime bu özlem" bilmiyorum.

18 sezon, 18 gol

“Il Capitano” 20 Mayıs’ta Juventus formasıyla son maçına çıkıyor. Attığı tüm golleri defalarca izlemiş biri olarak 12 Mayıs sabahı Del Piero’nun Avrupa kupalarında attığı en güzel 10 golü seçmeye çalıştım. (Bu hem uzun zamandır yapmayı düşündüğüm bir şeydi, hem de bu sayede akşamki Fenerbahçe - Galatasaray maçına kadar zaman geçirmiş olacaktım.) Seçim sırasında epey zorlandım, hatta gerildim. “Aaa şu da vardı”, “Eh, ama onu ligde atmıştı” filan derken “Madem ki bu gece ayrılacağız; 5 gol de Serie A’dan olsun, öyle olmuşken Lehmann’a 120 derecede ısıttığı pizza da buzluktan çıkıversin” fikrinde karar kıldım. Sonuç olarak 10’u Avrupa kupaları ve 5’i Serie A’da, 3’ü de milli formayla -büyük turnuvalarda- atılmış “en güzel Del Piero golleri”ni "gönlümce" sıraladım. Afiyet olsun.



"18 sezon, 18 gol" olayında farkında olmadan Ayhan Akman'ın 18 numaralı forması ve 18. şampiyonlukla futbolu bırakması mucizesinden etkilenmiş olabilirim.

2011/2012

Taksici: "Çok streslisin ya... Bi' rahat ol ya... Kimseye yetişmeye değmiyor! Bırakacaksın, onlar sana yetişecek!" (Balık tutmaya gittik.)

11 Mayıs 2012 Cuma

Balkon

4 Mayıs 2000'li yıllar, Çarşamba... Hatırlayamadığım Euro 2004 maçının 60'lı dakikaları oynanırken nasıl ki atılan bir gol sonrası yorumcu Fatih Terim "Bu altmışlarda hep bir şey olur zaten" diyerek evimizden "Tsss" sesleri yükseltmişti, işte ben de sizleri öyle "tsss"latma pahasına iddia ediyorum: Zaten bu Mayıs'larda hep bir şeyler oluyor arkadaş. Ya ümitlerim bira bardağımın masada bıraktığı yuvarlak izin içine hapsoluyor, ya havaya attığım leblebiler bir bomba misali düştüğü ağzımı acıtıyor. 4 Mayıs'ın tuhaf hikayesine geçmeden, yedi yıl önce bugünlerden (2005 yazından) haberler getirdim ki her şey pekişsin: Türkiye'de ilk F1'in yapıldığı, Magnum'un çekilişle BMW dağıttığı, gazetelerin arka sayfaları sayesinde yaşlısı genci Kate Moss - Pete Doherty ilişkisindeki çıkmazlara kafa patlattığımız, vıcık vıcık bir yazdı. Neden bilmiyorum, bu ilişki birkaç yıl boyunca Emrehan Halıcı'nın zeka sorularıyla alakasız bir ikili oluşturmuştu Hürriyet'in arka sayfasında. Pete uyuşturucu komasına gimişse Pete'in mosmor gözleri, katıldıkları davette Moss dağıtmışsa küçük fotoğrafta Moss'un cargo tromba arabaya bindirilişi ve sayfanın 1/3'ünde de Moss'un kaburgaları yayınlanırdı dönüşümlü olarak. Hikayem gerçek olup %100 çalıştığından, o yazı geçirdiğim beldeyi söylemeyeceğim. Bildiğiniz gibi küçük dünyamız epey vahşi. O yazı kavrulan ve ilk kez bulunduğum bir tatil yöresinde ilk ve son kez akrabalarımla birlikte geçirdim. Bu hayatımın en düzenli tatili, hatta belki en düzenli dilimiydi. Sabahları 15 yaşımın verdiği güçlükle balkondan gerçek memelere karşı çayımı içip gazete okuyor; ardından lise hazırlığı henüz bitirmiş olmanın verdiği özünde very titrek ama pırıl pırıl, günaşırı tazelenmeye mahkum bir şevkle kendime "Bu gün bir kızla tanışabilirim, neden olmasın" deyip mayomu giymeye gidiyordum. İşte her sabah tam bu esnada evdekiler teker teker uyanmaya başlıyor, ben kapıya varmak üzereyken Spider-Man kostümlü iki minik akraba beni şevkli paçalarımdan tuttukları gibi orama burama "Fışt, fışt" yapıyordu. "Fışt" efektiyle bileklerinden fırlattıkları hayali örümcek ağlarıyla dizginlenen ruhum miniklerin dengine varıncaya dek küçülüyor; kör merhametim, ben ve iki küçük örümcek adam bir anda ele ele verip denize doğru koşmaya başlıyorduk. Bu koşmalar ergen ruhuma doğruydu arkadaşlar. Değil genç bir babaannenin (benimki değil) balkondan "Açılmasınlar Kojirocuğum, dikkat et" benzeri direktifler verdiği, arada bir fotoğrafımızı çekip acıkıp acıkmadığımızı sorduğu bir plajda kızlara bakmam, günün birinde böyle kepaze bir "sahne"ye çocuk getirmem pek mümkün gözükmüyordu. Plajda hangi ara kafamı kaldırsam yaklaşık yüz metre ötedeki balkondan, sülalemin herhangi bir jenerasyonunu temsilen oraya oturtulmuş gibi davranan biri mutlaka beni sahiplenmeye çalışıyordu. Bu kafaya vurulan tek elle perçinlenmiş "Çok sıcak, şapka taksaydın" uyarısıyla da, yanları iki elle kapatılmış bir ağızdan çıkma "Beşiktaş Ailton'u almış" bilgisiyle de gerçekleşebiliyordu. Öyle zor bir durumdaydım ki Süleyman Rodop gelip "Haim Fresco seni buradan kurtarmak için devreye girdi" dese ona ilk kez inanacak gibiydim. Hareket alanım yüksek utanma duvarlarıyla ustaca örüledursun, 15 gibi insan bedeninin Doctor Octopus'a taş çıkardığı bir yaşta günlerim bacak kadar veletlerin örümcek içgüdülerine güvenerek onları çişe götürüp işetemeden geri getirmekle geçiyordu. O günlerde kurduğum "Bir örümcek adam içgüdüsünde sıçabiliyorsa, söyleyin ben bir insana nasıl güveneyim" mantığımın yıllar sonra yaşayacağım ilişkileri uçurumun kenarına sürükleyeceğini tabii ki bilemezdim. Evde kaç kişi olduğumuzu söyleyemiyorum, onu bilmek de epey zordu. Eş, dost, akraba ağırlıklı bu evdeki sayı gün içinde 4 ile ("ila" mı demeliydim yoksa?) 10 arasında değişiyordu. İnternet yoktu, internet kafenin adında meymenet yoktu. Evdeki kalabalığın da etkisiyle kendimle nadiren başbaşa kalabildiğim vakitleri Pete Doherty'nin kan çanağı gözlerinin hapsinde Kate Moss'un bacaklarına odaklanma çabalarıma ayırmıştım. Günün keyifli saatleri dört, beş, altı; plaj futbolunun tadı gerçekten de farklıydı. Sosyalliğime açılan bu tek kapıda tüm günün hırsıyla topa en önde basıyordum. Her maçın sonuna doğru slip mayoları tanga mertebesine erişen yaşça büyük ecnebi dostlar içimde "rakibe saygı"nın zerresini bırakmasa da, yine bana tek neşeyi onlara gol atmak veriyordu. Kumsalda top tepen iki tayfaydık. İlk grup benim de aralarında bulunduğum ve Türkler'e karşı turistlerin boy gösterdiği, ikinci grup ise yaşlarının 10-15 arasında değiştiğini tahmin ettiğim ve ortaya bizim maçın bitimiyle çıkan çocukların oluşturduğuydu. Bir gün yine maçtan gelmiş, balkonda kalabalık bir sofrada o sezon Galatasaray'ın mutlaka şampiyon olacağını iddia ederken gözüm sahildeki ikinci gruba, daha doğrusu geri kalanı erkeklerden oluşan bu tayfadaki -henüz girmiş onüç, ondört yaşına- kısa saçlı kıza takıldı. Maçı daha iyi izleyebilmek için sofraya yan dönmem Fenerli dayımla tatlı sert atışmamızın ardına denk geldiğinden, bu yan dönüşüm babaannemin "Oğlum sofraya küsülmez" uyarısıyla tüm dikkatleri üzerine çekti. Cevap vermek yerine duymazlıktan gelip maça odaklandım. Dönüşümün sebebini sofradakilerin takdirine bu şekilde bırakmak bana çok yakışmıştı. Zaten bir "dönüş yapmak" istiyordum bu hayatta. Öyle, "muhteşem" bir dönüş... ...

Hava kararmak üzereydi ve ben yaklaşık 5 dakikadır ağzımdaki lokmayı yutmamış, o kızı izliyordum. (Kız, yaptıkları tek kale maçın yıldızıydı.) Kaç Alex ederdi bilmiyorum ancak şu dünyada ilk kez kanlı canlı güzel top oynayan bir kızı izliyordum ve bu bırakınız atomu parçalamayı, bazen önyargıyı kırmaktan bile zevkliydi. (Mola: Şutunu çekmiş / Golü bekler / Kaleye geçmiş / Çıkmak ister / Güzelim baksana / Adımı sorsana / Allahın aşkına / Şu ateşi yaksana ) ... Artık her akşamım balkonda çekirdek çitleyip çocukların maçını izlemekle geçiyordu. Kısa sürede kızın golle sonuçlanmayan herhangi bir atak sonrası -bir yandan saçlarını düzeltip- küçük adımlarla geri geri yürümesi ve sonra birden ok gibi topa fırlaması beni yavaşlatmaya başlamıştı. Gözlüğümü İstanbul'da unuttuğumdan, bulunduğum yerden kızın yüzünü seçemiyordum fakat bana kalırsa bu belirsizlik hislerime katılmış farklı bir renk ya da sesti. (Hala tam karar veremiyorum ama çok iyiydi.) Belirsizliklerden katiyen hoşlanmayan yapım, dişi bir Ronaldinho'ya boyun eğmek üzereydi dostlar. Yüzünü seçememek, Duman'ın o yaz çıkardığı Seni Kendime Sakladım albümünün bir şarkısında da söylendiği gibi "hem karanlık, hem de sıcak" bir hava katmıştı dişi Baggio'ma... Ayrıca artık Atilla Taş'ı anlayabilen tek insan olabilirdim. Bilindiği gibi kendisi bir Japon'a aşık olmuştu. ("Vakarimasu, takarimasu / O gözler içimi yakarimasu / Beşi bi' yerde takarimasu / Bir Japon'a aşık oldum" dizeleriyle duyurmuştu hatta aşkını.) Evet, onun vurulduğu "aykırı" nitelik "Japon olmak"ken benimki "futbol oynamak"tı. Dünyaya başkaldırmak hemen hemen böyle bir şeydi. (Şarkı: Bruce Springsteen - Glory Days) Bu bir blog yazısı değil de Hollywood yapımı olsaydı şimdi (ve yukarıda güzel geçişler yapamadığım tüm kısımlarda) arkaya ne güzel Glory Days'i dayar, zamanı hızlandırırdım. Şarkıyı kumsalda top oynayanların yalınayakları ve topla başlatır, sonra kızın attığı bir kaç çalımı ve benim balkondaki triplerimi (destek, alkış) art arda izletirdim size. Hatta belki -size biraz olsun acımaz- araya komiklik niyetine şişko kalecinin bacak arası yediği gol sonrası "Tanrım, çok şişkoyum" bakışını koyup giderdim önünüze. Tozumu bulamazdınız. Ruhum coşmak isterse hiç üşenmez bir penaltı pozisyonu da eklerdim bu curcunaya. Kızın yapacağı atış öncesi balkondaki gerilimimi ve gol sonrası yumruğumu gösterirdim size, kanalı değiştiremezdiniz. Bu şekilde 5 günümü anlatırdım işte. Bruce'un son bir "Glory days" deyişiyle de kızın takımı, ben ve iki küçük örümcek kenetlenmiş vaziyette bu soytarılığa son verirdim. Ama ben bunu yapmıyorum. Zaten Glory Days'li kısım tam olarak gerçeği yansıtmıyor, yansıtamıyor. İnsan bazen vur deyince vuramıyor, biri bakarken yapamıyor. Sanırım birazcık içimi dökmekten son anda vazgeçiyorum sevgili okurlar. Tatilimin geri kalan günleri onun bizim maçlara gelmesini bekleyip boşlar çekmekle; akşamları o balkonda karışık meyve aromalı Cappy'mi yarimin güzel oyunu şerefine, ondan habersiz içmekle geçti. İçimdeki Zerrin Özer ergenliğime mağlup oldu, o yaz bu yaz olamadı. Birkaç defa göz göze geldik kızla, hepsi bu. Hiçbir zaman konuşmadık. Ama adını öğrenmiştim. İstanbul'a dönerken tüm bu hamlesizlikten bana tek yadigar, kızın gözlerinden eksik etmediği "hepinizin amına koyayım" bakışı kalmıştı. Ve ben şimdi, bir Mayıs günü (yani o günlerden yaklaşık yedi yıl sonra) aynı ifadeyi, aynı renk gözlerde Taksim Metro'nun karşımda duran koltuğunda yeniden görür gibiydim. Gözlüğüm çantamdaydı.

                                                                   Devam etmeyecek.

Artık bunu dinlemeden Facebook'taki hiçbir fotoğraf albümüne bakamıyorum.

25 Mart 2011 Cuma

Sünnet

''Sünnet kaseti'' ya da ''sünnet videosu'' denen bir şey var kültürümüzde. ''Sünnet düğünü''nden geçtim... Geçenlerde yakın geçmişte çekilmiş bir örneğine rastladım bu videoların ve anılara daldım. Kendimden söz ettiğim için böyle diyecek olabilirim, eğer öyleyse çocukluğumu bilerek bu post'u okuyan varsa mazur görsün; sonra beni bulsun, artık görüşelim. Pısırık bir çocuk değildim. Ama şu sünnet olayı, karşımızdaki apartmanın tam hizamızda bulunan penceresi yüzünden bir yazımı çaldı dostlar. Alper'in sünnet olduktan sonraki çığlıkları 98 yazı boyunca karşı apartmandan kahvaltı soframıza, Televole keyfimize, geceyarısı Fransa 98 maç özetlerimize dahil oldu. Bir süre sonra Alper'in 8 yaşındaki bir çocuk için aynı dönem ''Ayrılık deme bana, ne olur / Ne olur damarıma basma'' diyerek müzik listelerinde 1 numaraya oturan Çelik'in aslında bi' numarası olmadığını düşündürecek güzellikte bağırdığını fark ettik falan. Alper'in haykırışlarıyla gözümde canlanan vahşet sahneleri, aynı yaz Arjantin - İngiltere maçında yaşadığım ruhsal şahlanmayı gölgede bıraktı. O inledikçe aklıma Alper'in "Dal" isimli yamyam kabilesi tarafından kaçırılıp kütüğe bağlandığı, Alper'in şiddetle anırdığı anlarda ise biraz önce Alper'in etrafında dans ederek dönen bu adamların baltayı çüküne indirdiği geliyordu. Zoom yapılan yüzündeki terler, baltanın ne kadar da sert indiğinin en kirli kanıtı gibiydi. Hele o zavallı küçük dili, acıdan tir tir titriyordu. Hayatımı yarı çizgi film mantığıyla sürdürdüğümden kan ve ölüm yoktu hayallerimde. Sonbaharda sünnet olacaktım, korkuyordum. Sırf o çığlıklar ve Alper'in hayalgücüne sığınıp bize anlattıklarından etkilenerek aileme sünneti genel anestezi altında olmayı teklif ettim. Doktora soruldu, oluru varmış ki öyle de oldu. Dört dörtlük bir sünnet videom olmasa da, sünnet sonrası hastahane odasındaki saçmalamalarımı kaydetmişti babam. Bu yaşıma geldim, hala tek kelimeleyle ''utanıyorum'' o videodan. Anestezi olabilecek en talihsiz biçimlerde dilime vuruyor. Kafam gayet kıyak, hasta(?) yatağımda (Ah Alper... Birkaç ay sonra ünlü sünnetçi Kemal Özkan bu işi canlı yayında -zannedersem Turnike'de, hızlandırılmış tur şeklinde- bile yapacaktı.) Barış Manço'dan Nick The Chopper'ı söylerken, sonradan yan odadaki hastanın yakını olduğunu öğreneceğim tanımadığım bir kadın -yanlışlıkla- odaya giriyor ve ben etraftakilere kadıncağızı gösterip ''Kim bu kaltak'' diye sorup şarkıma devam ediyorum. Hemşire bozuk ağzıma alışmış, bir kahkaha atıyor. Sonrası sessizlik. Kadın ''Hiç terbiye verememişsiniz bu çocuğa'' deyip ortamı terk ediyor. (Evet, tam youtube'luk!) O esnada ben yeni bir şarkıya başlıyorum... (Olayın perde arkası: Annem kadından özür dileyip işi tatlıya(?) bağlıyor. 5 dakikalık sünnet uğruna yaşadığım bir saati aşkın kafa annemin sinirleriyle oynuyor. Bir ara bir daha asla normale dönemeyeceğimi düşünmüş.) Birkaç gün sonra görüntüleri izlerken ağzımdaki ''ayı'' şeklindeki jelibondan utandım. Tüm tahriklere rağmen ''kaltak'' lafını nereden öğrendiğime ilişkin tartışmalardan kaçındım. Balonların arasında tebrikleri kabul ederken, beni bu hallere düşüren Alper'e en güzel cevabı susarak verdim.

Bir de Kanal D önceki iki hafta üst üste Evde Tek Başına 3'ü yayınladığını fark etmiş olacak ki sünnet olduğum ve sonraki hafta Jumanji'yi yayınlayarak izleyenlerine ihanet etmemişti.

TDK sözlüğü umrumda değil, Türkçe konuşurken "otomatikman" demeyelim.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Kuduz

                                                                  Ağustos'tan devam...

99'un hatıralarına duyduğum saygıyla karışık beklentiye pis pis sırıtarak 6 Ağustos 2001 günü ilkokula başladığım okulun bahçesinde, ''sahadaydım''. O okuldan sonra iki okul daha değiştirmiştim ancak o ''ilk'' okul benim için hala çok özeldi. Sonraki okulumdan ayrılırken de üzülecektim ancak ilk okulumun ardından o dönemlerin popüler şarkısı ''Ben Sende Tutuklu Kaldım''ı her dinleyişimde bir şeylerin eksikliğini hissederken, duyduğum özlemi bir daha hiçbir okula karşı duyamayacağıma inanıyordum. (Aynı duyguya benzese de; bir sonraki okuluma geçerken bir önceki okuldan kalma ve acı piyano sesleri eşliğinde gözümde canlanan anılarım, aynı yoğunluğu yaratamamamıştı.) Hatta bir keresinde yeni okulumun resim ödevine yoğunlaşmaya çalışırken karşıma çıkan soluk Sezen Aksu klibinin önümdeki kağıda damlattığı yaşları, suyun pastelle yaptığı mide bulandırıcı dansları ilk kez burada paylaşmış olayım. Neyse, hayat böyle. Bugün ilk okulum hiç de öyle özel gelmiyor.
"Yandım yar, közlerimi"

Ama o gün, onu keşfedip dünya futboluna armağan etmiş eski takımının stadyumuna yıllar sonra ilk kez ayak basan ''profesyonel ama her şeyden önce insan'' futbolcular misali ilk okulumun bahçesindeydim. Bir tutukluk hissettiğim doğruydu ama tutsak mutsak değildim. Çıkıp topumu oynayacaktım işte. Modern dünyada bu gibi bağlılıklara yer yoktu. Sonra Hagi bile futbolu bırakmıştı. İnsanın bazı şeylere inanamadan alışıvermesi eksik ama yoklukta gideri olan bir durumdu.

O gün topa bi' vurdum... Top okulun yanındaki apartmanın bahçesine gitti. Ben de peşinden... Topu bulamayınca teker teker arabaların altına bakmaya başladım. Bir arabanın altında gördüğüm topa eğilip vurdum. Top ilk vuruşta çıkmamıştı ama bir köpeğin huzurunu kaçırmışım. Havlama seslerini duyunca kaçmaya başladım. Çakıl taşlarıyla kaplı, yaklaşık elli metrekarelik bir bahçede yaşanan kovalamaca taşlara takılıp yere kapaklanmamla son bulacaktı. Daha önce köpekler tarafından kovalandığım olmuştu. (Ve bu daha çok başıma bisiklet sürerken gelmişti.) O gün ayaklarım takılana kadar paçayı bir kez daha kurtaracağımı düşündüysem de düşerken bacağımdan ısırıldım ve köpek bu ısırıktan sonra sanki dünyamızı terk etti. Yok oldu, sesi birden kesildi. Önceden de kovalandığım gibi önceden de düşmüştüm (Hatta bir keresinde bisikletle içi neredeyse boş bir havuza düşmüştüm.) ama hiçbir yere böyle çakılmamıştım. Dizlerim parçalanmıştı. Normalde dizlerimi o halde görmek bile beni ağlatırdı, biliyorum. Ama dizlerim umrumda değildi. Isırıldığımdan emin olmak için kafamı çevirip bacağıma baktığımda beynimden vurulmuşa döndüm. Derin bir ısırık değildi, kuvvetli bir acı da duymamıştım fakat o morluğu gördüğümde ağlayarak ''Lütfen kanamasın'' diye son sesimle çığırdığımı çok net hatırlıyorum. Kanıyordu. Sonra bağırmaya ''Ölücem'' diye devam etmişim. "Ölücem" performansımı ertesi hafta kırtasiyeci Durmuş Abi söyleyince hatırladım. ''Eh, Buraya kadarmış... Ulan benim ne hayallerim vardı be, bari ilkokulu bitirseydim'' gibi şeyler geçti aklımdan. Derhal ve doğru koşmaya çalıştım ancak ayakta rahat duramayacak kadar kötü düşmüştüm. ''Bundan sonra her 6 Ağustos'ta iyi şeyler olacak'' diye şartlanmışken kader beni meze yapmış, karşımda dansöz oynatıyordu. Ölmekten başka bir şey gelmiyordu aklıma. Oha, daha kuduracaktım! Yine ertesi hafta görgü tanıkları (mahallenin piçleri) ifadelerinde ''Bizi yanından uzaklaştırdı'', ''Ben koluna girmeye çalıştım ama eve kendi gitmek istedi" gibi şeyler söyleyecekti. Belki de böyle yabanileşe yabanileşe kuduruverecektim işte.

Zile basarken anneme durumu nasıl anlatacağımı düşünüyordum. Sakin olmam lazımdı zira az sonra annemin aklı uçacaktı. Yukarı çıktım, kapıyı açtı. Zaten görüntüm bir şeyler olduğunu anlatıyordu. ''Köpek ısırdı'' dedim. Dizlerimden süzülen kanların kızarttığı bacaklarıma bakarken ''Köpek ısırdı''yı duyması pek olmadı tabii... Ağlamaya, bağırmaya, arada ''Nasıl bir köpekti'' gibi o an bize hiçbir şey katmayacak sorular sormaya (Hehe... Sakin, kendi halinde bir köpekti. Bu hareketiyle hepimizi çok şaşırttı.), üstünü değiştirmeye gidip gidip değiştirmeden geri gelmeye ve bir yandan olayı şehir dışındaki babama telefonda anlatmaya başladı. Hepsi sakin kafayla bile aynı anda yapılamayacağından ve ölmek istemediğimden annemi yatıştırmaya çalıştım. Çalıştık daha doğrusu... Ablam da evdeydi. Günleri tavana bakarak ÖSS sonuçlarını beklemekle geçiyordu. Onu da çok üzmüştüm. Bir komşu bizi hastahaneye götürürken, yolda annemi sakinleştirmek gibi tatsız bir görevimiz vardı. Huzur için önce bunu başarmalıydık. Kadın mahvolmuştu. (Bu arada sevgili okurlar... Nasılsınız? Heyecanlı mı, değil mi? ''Yaşamak istiyorsam'', ''Ölücem'' gibi ifadeler olayı dramatize etme çabamdan değil. Biliyorum öyle kötü şeyler düşünmediğinizi fakat malum, tanışalı uzun süre olmadı. Hikayeyi 11 yaşındaki birinden dinlemeye devam edin, sevgiyle kalın.)

O gün gittiğimiz ikinci hastahanede babamla kavuştuk. Önce yanlış bir direktif sonucu Çemberlitaş Kuduz Hastahanesi'ne doğru yol aldık fakat aşıların başka yerde olduğunu öğrenince rotamızı değiştirdik. Yolda ''7 saat içinde miydi, 7 gün içinde miydi'' stresi yaşaya yaşaya, ağlaya zırlaya nihayi adrese vardık. En sakin bendim. Ölümün heyecanı birden kaybolmuştu. Sakinleşmiş, hatta kafamda kendi film şeridimi kurgulamaya başlamıştım. Alacağın olsundu 6 Ağustos... Kim bilir, belki Buse'nin ahı tutmuştu. ''Karnımdan dev bir iğne olacağım'' fikriyle girdiğim hasta odasından, dünyanın en küçük ve koldan enjekte edilen iğnesini vurularak çıktım. Toplamda 3 doz aşı olacaktım, köpek kudurup ölürse 2 doz daha... Köpekten haber alınamazsa yine 5 doz...Dur bakalım...

O ay her gün ölümü düşündüm. Babam sabah akşam verdiğim eşkale uygun köpek aramaya gidiyor, eve döndüğünde gördüğü köpekleri tarif ediyordu. ''Gitme, seni de ısıracaklar, gitme'' diye yalvardığımı hatırlarım. Her halükarda 5 doz aşı olacaktım. Ancak "Aşı %100 çalışıyor" diye bir şey olmadığından, kısa vadede bizi ancak köpeğin sağlığından emin olmak rahatlatacaktı. Yaşadığım stres yetmiyormuş gibi bir de akşamları annemle babam ''köpek avı''na çıktığında ''Ava giden avlanmasın abla'' tribine giriyordum. Hastalığın teorik kuluçka süresi biter bitmez belirtiler göstermekten deli gibi korkar oldum. Sudan hala korkmadığımdan emin olmak için günde 3-4 kez banyo yaptım, evde sürekli bardakla dolaştım, her yutkunuşumda zorluk yaşayıp yaşamadığımdan bir türlü emin olamayıp arka arkaya yutkunmaya çalıştım. Gözümü ışıklara dikip dikip mahzun bakmayı öğrendim. Genç yaşımda dünyanın en bilinçli ölümünü yaşayabilirdim.

Tarkan'ın Karma albümü fırtınalar estiriyordu o dönem. Ben de bir zamanlar fırtınalar estirmiştim. Güzel goller atmış, büyük aşklar yaşamıştım. Şimdi ise Cem Karaca'ya sarmıştım. ''Oğluma'' şarkısıyla o günlerde tanıştım. Her dinleyişimde Tanrıya ölmediğim takdirde yapmak istediğim güzel şeyleri anlattım. En çok da ailemin benden sonra yaşayacaklarını düşünmek üzüyordu lan. 6 Ağustos'un amına koyaydım. Hay amına koyaydım da bugünleri görmeyeydim. En ilginci aynı ay bir öğle vakti TRT'de Kuduz filmine denk gelmemdi. Şaka yapmıyorum. İster istemez -bi' kudurma sahnesi izlemem eksikmiş gibi- izledim. Korkunçtu. Filmi korkuyu yaşamamış ve hala izlememiş olanlara dahi kesinlikle tavsiye etmiyorum. Moral bozucu...

Bir süre sonra mide bulantıları başladı. Kuduz'un böyle bir belirtisi yok ancak yaşadığım stres mideme vurdu. O karanlık Ağustos'u hala ''çok önemli günler'' olarak hatırlarım. Midem bulandığında doktora gitmemiz ve doktordan Kuduz'un belirtilerini 90, hatta 120 gün sonra bile gösterebileceğini duymam; hasta defterindeki sayfamın en altında, "tik"ini bekleyen ''Öldü / Ölmedi'' şıklarını görünce aklımdan geçenler...

Eylül'de şehirden uzaklaşınca psikolojik mide bulantıları ve kusmalar son buldu. Hababam Sınıfı'nın müziği Eylül'de hızlandı. Ancak kuduz olmadığımdan benim tam olarak emin olmam, bir-iki ay içerisinde açılan okulun ilk dönem sonuna denk gelir. Evet, tıbbi olarak tehlikenin çoktan geride kaldığı apaçıktı ancak dört-beş ay boyunca korkuyu azalarak yaşadım. Buna engel olamayacak kadar çocuktum. Ailemde zerresi kalmayan ''kuduz endişesi'' içimde tükenince huzuru Harry Potter ve Felsefe Taşı'nda buldum. Karlı, salepli, keyif dolu bir kış geldi o Ağustos'un ardından. O kış boş bir evde ailece saklambaç oynarken de, 6 Ağustos'un götlüğüne hayret ederken de, uyanır uyanmaz 10 numaralı Hagi formamla kesişirken de, Sezen Aksu'nun sebep olduğu gözyaşlarımı akıtırken de kendimi ''özel'' zannedecek kadar çocuktum. Büyüdüğümü bir başka Ağustos'ta, babamı son kez gördüğümde anlayacaktım.

''Ve bir anda...''



Sezen Aksu - Bir Başka Aşk

Ağustos


6 Ağustos 1999 sabahı -dört yaşındayken Buse'yle kıydığımız nikahı saymazsam- hayatımın o güne kadarki en heyecanlı olayını yaşayacağımı hissederek uyandım. Yatakta bir sağa, bir sola döndüm; bıyık altı gülüp gerindim. Karşımda asılı duran sarı-kırmızı formayla göz göze gelince hışımla arkamı döndüm ve bir kahkaha patlattım. Sonra kafamı yavaş yavaş çevirip formayı tekrar görür görmez yine gülerek duvarla yüzleştim. İyice şımarmıştım. Duvar ne kadar da güzeldi. Ranzanın alt katındaki ablam henüz uyuyordu ve sevincimi dizginlemeliydim. Sevinci içe atmak muhteşem bir duyguydu. Sanki ağzımdan çıkıp özgürlüklerine kavuşmak isteyen kuşlar vardı (özgürlük dediysem etrafımda dönmek gibi) ve ben onlara tatlı tatlı ''Şşşt, bekleyin biraz'' diyordum. Kafamı yastığa gömüp gerçek kuş sesleri eşliğinde o gün olacakları düşünmeye başladım.

10 gün önce 10 yaşına girmiştim. Doğum günümde İstanbul'da değildim fakat babam buradaydı. Eve gelip yatağımın üstünde duran 10 numaralı Hagi formasını görünce isteyip de yapamadıklarımı yıllar sonra bir çocuğun Pokemon misali camdan atladığını öğrendiğimde şükranla anacaktım. Allah biliyor, Pokemon hayatıma girmiş olsa -2000'de girmişti- o gün o formayı görmenin verdiği hazla karışık gaz, pencereden uçup gitme fikrindeki saçmalık karşısında ağır basacak ve annem yere çakılmış bedenimi görünce arkamdan ağlamayacak, atlayacaktı. "Doğru zaman" diye bir şey vardı ve çok önemliydi.

O güne geri dönelim... Görür görmez vurularak sevmeye başladığım formamla olan birlikteliğimizin 10. gününde nihayet "10" takıntımın hakkını verecektim. Birbirine bakan üç apartmanın kaynaştırdığı çocuklardık. En büyüğümüzle aramda üç yaş vardı. Adı Emrah Abi'ydi. Sonra Inzaghi Oğuz, ilk arkadaşım İnanç, Kaya Çilingiroğlu'na ''kayıp çocuğu'' yakıştırmalarına maruz kalacak kadar benzeyen Uğur ve ikizi Kadir... İbne Kadir... İlk büyük küfrünüzü hatırlıyor musunuz? Kadir'in lakabı ''ibne'' değildi fakat ''ibne'' sözcüğünün fonetiği hoşuma gittikten sonra mahallede ilk yamuğu ondan görmüştüm. Kaleci olduğu bir maçta oyunu soğutmuştu bu Kadir. Hava kararmak üzereydi ve ''Atsana lan ibne'' dememle bir gücün beni ağlatarak eve çekmesi bir olmuştu. Şanssızlık diye bir şey vardı ve çok önemliydi. Hayatımın ilk üst düzey küfrünü ederken annem pencereden bakıyormuş. Büyük ihtimalle de eve çağırmadan önce pozisyonun sonlanmasını bekliyordu. Hakemin iyi niyetiyle uzatmaları oynattığı maçta takımına ihanet eden bir kaptan gibi titremiştim. Kaptan gördüğü kırmızı kartın ardından gözyaşlarıyla soyunma odasının yolunu tutarken, takımı bir farkla yenik durumdaydı. (Meraklısına devamı: Annem ''Hemen eve geliyorsun' deyip pencereyi çarptı ve gözünde İbne Kadir'in evladından daha mazlum olacağı fetret devrimiz resmen başladı. Üç gün kadro dışı bırakıldım. Sokağa çıkmama cezası... Üçüncü gün ''Beni sevmiyorsunuz'' diyerek salondaki resmimi yırttım. Hırçın kaptan gemisine dönmek istiyordu. ''Evlat olsa sevilmeyecek'' tarzda davrandığımdan evdekileri çok iyi anlıyordum. Beni sevmek zorundalardı. Neyse ki bu yaşanması gereken bir süreçmiş.) O günler geride kalmıştı.

6 Ağustos sabahı duyduğum bu müthiş heyecan, tam olarak İstanbul'a döndükten sonra Emrah Abi'nin bizi etrafında toplayıp ''Artık bir mahalle maçı yapmamızın zamanı geldi'' dediği gün başlamıştı. Sonra kendisi, ben ve İnek Alper'den oluşan üç kişilik heyet, birkaç gün farklı sokaklarda top oynayan çocukları izledikten sonra nihayet doğru rakibi bulmuştuk. (İnek Alper: Sünnet olduktan sonra asla eski formuna kavuşamasa da, sünnetten bir yıl sonra pipisine teğet geçen toplar onu yere yığıp acı içinde kıvrandırsa da özünde iyi bir kaleciydi.) Rakibin yaş ortalaması bizimkinden fazlaydı ancak kozlarımızı dişli bir rakiple paylaşmak istemiştik. 6 Ağustos günü -gölge olduktan sonra- oturduğumuz apartmanın arka bahçesinde kapışmak üzere çocuklarla sözleştik ve artık "takım olarak kenetlenmek" mi dersiniz, "her an maçı yaşamak" mı nersiniz; ne dersiniz bilmiyorum ama o saatten sonra bize bir "hal" geldi sevgili okurlar. Her gün birimiz kağıt kalemle gidip gizlice çocukların maçını izledi mesela, döndüğünde takım arkadaşlarına rakibi ezberletmek için... Bu arada rakip bize göre epey amatördü. Bazen not tutmaya gidip "Su tabancalarıyla oynuyorlar :-/" diye döndüğüm oluyordu. Bu bir taktik (şaşırtmaca) olabilirdi tabii. Dikkatli olmalıydık. Hem belki gevşiyor, rahatlıyordu ibneler!

5 Ağustos günü tüm hazırlıklarımızı tamamladık. Oğuz maçtan iki gün önce Letoon marka yeni spor ayakkabıları almıştı. O gün ona ''Eskileri giy, alıştığınla oyna'' dedim. ''Altı delindi'' dedi. ''Olsun'' dedim. "Olmaz" dedi. Ufak çaplı bir tokatlaşmanın ardından eskileriyle oynamayı kabul etti. Son idmanımızın ardından ''gol sevinci'' bile çalıştık. Genelde bu tarz bokunu çıkarmaya yönelik fikirler Emrah Abi'nin başının altından çıkıyordu ve hemen benimsiyorduk. Küçük bir futbol ülkesi gibiydik. Büyümesek, ekol yaratabilirdik.

6 Ağustos 1999 günü, 11 gün sonra yaşancak depremde ilk olarak kontrol edeceğimiz şeyin direkleri olacağı yarı toprak - yarı çim sahamızda ısınma hareketleri yaparken rakip ansızın çıkageldi. Kalp atışlarım hızlanmıştı. Maç öncesi bir Buz Parmak iyi gidebilirdi. Formama dökülebilir endişesiyle bu fikrimden cayıp orama burama su dökmeye başladım. Resmen elim ayağıma dolanmıştı! Ama kontrolü yitirmemeye çalışıyor, ara sıra pet şişemden bir yudum alıp yanaklarımı şişirerek rakip takımın kalecisine sinsi golcü bakışları fırlatıyordum. İçimde kopan fırtınalara inat gözlerim ''Ağlatırım oğlum seni, aklını alırım'' deme gayretindeydi.

Maç 15'er dakikalık iki devre üzerinden oynanacaktı ve -sizi daha fazla sıkmayayım- dört golle yıldızlaştığım ve bir ara annemin tribünden attığı bozuk paralar yüzünden duran maçı 11 - 2 kazanacaktık. (Annem holigan değil. Bakkaldan bulgur almam için pencereden atmıştı paraları. Bakkala bulgura giderken öndeki maçtan olmak espri olarak bile iğrençti, gitmemiştim.) Zaferin coşkusu haftalarca sürecekti. Atılan herhangi bir golün slow motion tekrarları top ele elde defalarca canlandırılacak; Emrah Abi'nin çok uzaklardan, yerden köşeyi gördüğü golde topun kaleye giderken yerden yükselttiği tozlar kıvılcıma benzetilecekti. O gün bulgur almayı reddeden ben, birkaç gün içinde pilav yapmayı öğrenip anneme mutfakta yardım etmeye başlayacaktım. (Ne yazık ki yalnızca sonuncusu şaka.)

Evet sevgili okurlar; 6 Ağustos benim -küçük- dünyamda "öylesine güçlü, öylesine güzel, öylesine benim olan" bir gündü ki o günden sonra her 6 Ağustos'ta güzel şeyler olacağına inandım. 6 Ağustos 2001'e kadar.            
                                                                    Devam edecek...

Fotoğraf bir kaç sene öncesinden. Ağustos mu bilmiyorum.

3 Kasım 2010 Çarşamba

Hayat - Damar İlişkisi

Friedrich von Schiller, her şeyi bir gün acıyla kaybetmek için kazandığımızı duyuralı çok oldu. Kazanmak, kaybetmenin karşıtıyken anlamlı; coğrafyamızda kaybetmek, elde avuçta "kazanılmış" hiçbir şeyin olmayışıyla karıştırıldı ve arabesk durdu. Avrupa, ''arabesque'' sözcüğünün içini Arap etkileri taşımakla doldurup ''ortaya karışık'' anlamı ihtiva ettiğini söyleyedursun, şuracıkta Arapça kökenli bir sözcük olan ''ihtiva''yı kullanmaktan kendini alıkoyamayan bendeniz; üç tarafı kara deliklerle çevrili, arabesk, kendini abartmayı sevdiği kadar kendini anlayıp sevemediğinden zamanla gözüne olağan/hoş gelmeye başlamış mübalağalarıyla yüzleşmeyi reddede reddede körleşen toplumu üzerine bir şeyler karalasın.


Nurdan Gürbilek, Kötü Çocuk Türk’te yer alan "Ben de İsterem"inde arabeskin yatırımını arzuyla doyum arasındaki örtüşmezliğe yaptığını söyleyerek toplumumuzun her renkten fırça darbesiyle resmedilmiş alt kültür tablosunu yine bizim sergimize bağışlar ("Ve birazcık titanyum beyazı."). Sergiden, sanattan anlamayan ''öteki''ler; iradelerinin eseri olmayan, geç kalınmış eksiklikleri yüzlerine vuruldukça içlerine kapananlar olarak umutsuzluk denizinde karadan iyice uzaklaşır. Kazanca varması muhtemel yolları hayal dahi edemeden yaka paça, hatta aleni bir siktirle sözümona yüksek zümrenin toplumdan şutlamaya çalıştığı öteki; aidiyete, huzur ve refahı için ter dökebileceği sağlıklı koşullara yaklaşamadan dertleriyle boğulur. Son sözü de haliyle ''Batsın bu dünya'' olur. Serginin bu can alıcı tablosuna bakınca işe yarar bir şeyler söyelemesi, toplumun bu ''arada kalmaya dahi razı'' mozaiğini zekice yorumlaması umulan ince zevklerin adamlarıysa ''Türk halkının arabesk yavşaklığından utanıyorum, utanıyorum, utanıyorum'' der ve midelerinin kaldıramayacağı bahanesiyle adamakıllı bakıp da göremedikleri bu keşmekeş tablonun gayet berisinde, abesle iştigal eder. (Ve Rafet El Roman lafa karışır: Sorma neden)


Güvenç Dağüstün, Fazıl Say'a arka çıktığı yazısında ''Biraz derinleşilmeye çalışılırsa aslında sözü edilen 'arabesk', müzik değildir sadece. 'En az üç çocuk yapın.' diyen başbakandır arabesk. Eserlerimizin sansürlenmesidir arabesk. Programlarında yarım saat hayvan pornosu konuşup canlı yayında gülme krizine giren 5N1K'cılardır arabesk'' diyerek doğru noktalara parmak bastı ancak bu doğrularda ''arabesk müzik''ten utanmayı sevimli kılan bir yan yoktu. Konuşulması gereken -acılara tutunanın gözüne her gün bir yeni emeksiz kazanç sokulurken- tezatlar ve karşı karşıya bırakılışların; ötekileştirilen, karadan uzaklıştırıldıkça mahzunlaşıp sonra bir küçücük dalgada hırçınlaşan, sesini yükseltmesiyle göz yaşlarını tutamaması aynı ana tekabül eden, psikolojisi sikilmiş kaotik kuşakların neden en çok bu şehre, İstanbul’a yakışmak durumunda kaldığı. Yoksa, Fazıl Say’ın üstündeki Fenerbahçe formasıyla piyanosu başında verdiği poz da pek arabesktir. Sevdiği, benimsediği Fenerbahçe Spor Kulübü de tıpkı diğer spor kulüplerimiz gibi çeşitli branşlardaki maçlarını ''Sürünüyorum'' vb. arabesk şarkıların sözleri değiştirilerek elde edilmiş tezahuratlar eşliğinde oynayan, çoksesli bir gelenektir. Şükrü Saraçoğlu Stadı’nı dolduran binlerce taraftara, tezahuratlarında neden klasik melodiler kullanmadıklarını sormak ne kadar absürd ise o maçı izledikten sonra eve dönüş yolculuğunda ertesi gün çocuğunun cebine koyacağı harçlığın stresine düşen adamla aynı renklere gönül verip de ''o adam''ın kendini bulmak zorunda bırakıldığı ve fakat kendini bularak iyi dahi hissedebildiği nağmelere hakaret etmek (yine aynı ölçüde) körlük ve saygısızlığın buluşma noktasıdır. O adam izlediği maçı, tuttuğu takımı, sevdiği kadını senin gibi algılayamıyor ki maalesef! Sosyal hayatındaki çıkmazlara tribünde zıplayarak ''nanik'' yapma eğliminde, çok mu? Değil zihninde mutluluğun resmini çizebilme, hayatta başarısız olma şansına erişemeden ölenler var lan! Bolluk, bereket, zevk ve sefadan dolayı mı tribünlerdeki tezahuratlar ''Giden her sevgilinin ardından hep biz olduk el sallayan'' diye başlayıp ''Bize her sevdadan geriye kalan sadece Galatasaray'' diye bitiyor mesela? Açlık sınırında yaşayan adamın ''Her şeyim tastamam / Yazlığım, kışlığım'' diyen Megastar Tarkan'a eşlik etmesi halini açıkça gözler önüne sermesinden daha tutarlı olamaz herhalde. (Neler diyorum?)

Futbol demişken, 2-0 geriden gelip 3-2 kazanmak üzere olduğu maçın 90. dakikasında rakibine yumruk atıp oyun dışında kalan bir kalecinin kalesini koruduğu; oyuncu değiştirme hakkının dolmasından mütevellit bir forvet oyuncusunun kendisine üç beden büyük kaleci formasını tersten giyip ellerini açarak, dualar ede ede kaleye geçtiği Türk Milli Futbol Takımı da bir arabesktir. (Çek Cumhuriyeti maçında ülkece yaşadığımız stres ve kaybetme korkusunu, Rıdvan Dilmen'in sesinden ''Dolduğğğ, oyuncu değiştirme hakkımız da doldu, dolduğğğ - Yapma Volkan Remix'' isimli çalışma eşliğinde hatırlayınca benim gözümde arabesk bir klip dönüyor mesela.) Son saniyesine kadar geride götürdüğü maçları son saniye basketleriyle kazanarak tur üstüne tur atlayan Türk Milli Basketbol Takımı da bir arabesk sonra. Sorunsa, ya kendimize bu karmaşayı yakıştırıp bunu spordan hayatın en derinine değin özümsemeye, ''gaz''lara sarılışımıza bir ''felsefe'' süsü verip rastgeleliği karakterize etmeye, onu matah göstermeye; ya da başımızdan geçenleri aşağılayıp tehlikeli bir virüs olarak addetmeye çalışıyor oluşumuz. Hayattır bu. Düşünülmesi gereken neyin yaşanıp neyin yaşanmak zorunda bırakıldığı yerine kendimize neyi yakıştırdığımız ve neyi yaşamak istediğimiz değil midir Güntekin?.


Gürbilek’in ''Enerjisini istediğinin verilmemiş, bu dünyada zaten verilemeyecek olmasından alır'' sözleriyle tanımladığı arabeskin, yani doğduğumuz günden beri takside, dolmuşta bir şekilde içimize işleyen zihniyetin; ne olduğunun, nasıl olduğunun, kimlere ait olup kimlere ait olmadığının tartışılması ya da varlığına sırt çevrilmesi yerine gelin çiçek derelim ve geçmişle gelecek arasında kendimize sağlam bir köprü kurabilmek için (Zannedersem tek eksiğimiz buydu...) eğri oturup doğru yorumlanması gerekir. İnançsızlığı ve varoşluğu birbirine mal etmek veya hayatı kaybetmek üzerinden yorumlamaya kalkışmak, kaybetme korkusunu kazanmanın önüne set çekenleri horlayıp bu seti çektirenleri alkışlamak, eksenini ''mücadele'' üzerine oturtamama acizliğinden başka bir şey değil. Çarpıklığı eleştirmek maksadıyla çarpıklık yaratmak, hepimizin tadına gayet aşina olduğu bu ümitsiz ''çorba''ya lezzet katmıyor ne yazık ki.

Don't look back in anger
Az önce İstanbul'da bir apartman çatısından -alkol kokularıyla karışık- "Yakında beni de alırlar Ergenekon'dan" sesi yükseldi. Vatandaş şöyle devam ediyor: "Sevgili mahalle dostları... Damardan girdiler, anamızı satacaklar!"

6 Ekim 2010 Çarşamba

''Gulyabani diye bir şey yoktur, olamaz! Ama, olabilir de...''


Geçtiğimiz gün hattın diğer ucundakine ne yaptığını sorup “Televizyonda Süt Kardeşler var” yanıtını alınca sıradaki ilk sorum çok tekinsiz ses tonumla “Gulyabani çıktı mı” oldu. Gerçek hayattakinden olgun ama hışırtılı telefon sesini yediğim muhattabımın “Ahaha, şimdi çıktı”sıyla üstüme çöken ağırlık -kulaklarımda tıngırdamaya başlamış “Gulyabani müziği” eşliğinde- beni yorarken bir-iki şeyi fark ettim: Gulyabani’yi daima Tarkan Viking Kanı filminden tanıdığımız Dev Ahtapot’la birlikte anıyordum. (Ve bu durum beni her fırsatta Türk sinemasının dünyaya armağan ettiği bu iki yaratığı kendi kendime karşılaştırmaya itiyordu.) Sonra ses tonumdaki tekinsizliğin Gulyabani’yle hiçbir ilgisi yoktu. Sesim iğrençti.

Filmin iki afişinden biri
Hatırlatasım geliyor ki Süt Kardeşler 1976 yapımı bir film. Kartal Tibet’in yönetmen koltuğuna oturmadan önce yer aldığı son yapımlar olan Tarkan serisinin (muhteşem bilgiler) Viking Kanı ayağı ise izleyiciyle 1971 yılında, yani Jaws’tan önce buluşmuş. (Alakasız parantez: Vaktizamanında Passaparola yarışmasında ''Marmara Denizi'nde yaşayan bir balık türü... C harfi...'' sorusuna ''CAVS'' eyleyen abiyi bu vesileyle anmak istedim. Aslında tıpkı Gulyabani ve Dev Ahtapot gibi Jaws ve söz konusu yarışmacıyı da birbirinden bağımsız hatırlayamadığımı az önce fark ettim. Ne dersin Carl?) Tarkan'ın çizgi romanda kapıştığı şey bir ejderha. Filmde bunun neden bir ahtapota dönüştürüldüğünü merak eden yoktur herhalde. Gelin, yeni paragraf...

Dönemin şartlarında suyun altında çekim yapılamadığından, Tarkan ve Ahtapot’un boğuşma sahneleri İzmir Efes Oteli'nin pencerelerinden çekilmiş. Ahtapot’un kolları iplerle, vücudu ise Ahtapot'un içine giren bir set işçisi tarafından hareket ettirilmiş (Kaynak: kameraarkasi.org). Diğer taraftaysa sakalı, bıyığı, dökülmüş saçıyla normal bir insandan tek farkı orantısız vücudu ve sıradışı uzuvları olan Gulyabani için bu tanıma uyan dev bir maske hazırlanmış. Görelim ne söylemiş:

Gulyabani'nin -gitarın tellerine rastgele vurularak elde edilmiş de olsa- kendine has, çocuklar için adrenalin dolu gecelerin müjdecisi bir müziği vardır. Üstelik kendisi geceleri ortaya çıkar ve takıldığı mekan konak bahçesidir. Bacı kalfa rolündeki Yasemin Esmergül’ün şaşkın bakışlarıyla korkuyu artırma yolunda iyi bir ikili oluşturur. Tarkan filmindeki Ahtapot sahnesinin başında ise bir kışkırtma söz konusudur. Vikingli Toro'nun ''Her zaman söylerler, Türkler çok yürekliymiş. Göster bakalım yüreğin kaç okka'' sözleri, denize doğru bağlanmış halde bekleyen Tarkan suretiyle birleşip izleyicide denizden bir pislik çıkacağı izlenimi uyandırır, bir nevi ağır ağır aksiyona hazırlar. Gulyabani ise aniden çıkagelir!

Tarkan'ın Ahtapot'la mücadele ettiği sahneler, Ahtapot'a ''~ ~'' şeklindeki gözlerinin kattığı mutlumsu ifade yüzünden Tarkan'la ikisi suda şakalaşıyormuş gibi başlar. Sonra -yine teknik yetersizlikler nedeniyle- Tarkan, Ahtapot'un kollarından tutup o kollarla kendi boğazını sıkar, can çekişir; işi zorla ciddiye bindirir. Tam bu esnada suyun kaldırma kuvvetinin (O icat edilmiş.) Kartal Tibet'in Tarkan kostümünü yükseltmesiyle kadraja belli aralıklarla ''slip don'' girmeye başlar. (Bu sayede Türklerin yalnız çok yürekli değil, iç giyimde de öncü olduğunu anlarız.) Gulyabani ise kurbanlarıyla herhangi bir münasebette bulunmaz. Gösterir ama gelmez. Konaktakilere doğru ağır adımlarla yaklaştığı sahneler Gulyabani avına varmadan sonlanır. Filmin sonunda Gulyabani maskesini Kemal Sunal'ın ellerinde gören çocuklar yatağa giderken bu sahneye odaklanmaya çalışır. Falan filan... (Ahtapot’a işlemeyen bıçak darbelerine kalemim yetmiyor.)


Ed Wood'dan bir sahneyle bitsin.





Harbiye'de yol soran ördek gördüm. Hayvan kaldırımda kafasını kaldırmış, gelene geçene soran gözlerle haykırıyordu. Neredesin De La Fontaine?