22 Aralık 2010 Çarşamba

Ağustos


6 Ağustos 1999 sabahı -dört yaşındayken Buse'yle kıydığımız nikahı saymazsam- hayatımın o güne kadarki en heyecanlı olayını yaşayacağımı hissederek uyandım. Yatakta bir sağa, bir sola döndüm; bıyık altı gülüp gerindim. Karşımda asılı duran sarı-kırmızı formayla göz göze gelince hışımla arkamı döndüm ve bir kahkaha patlattım. Sonra kafamı yavaş yavaş çevirip formayı tekrar görür görmez yine gülerek duvarla yüzleştim. İyice şımarmıştım. Duvar ne kadar da güzeldi. Ranzanın alt katındaki ablam henüz uyuyordu ve sevincimi dizginlemeliydim. Sevinci içe atmak muhteşem bir duyguydu. Sanki ağzımdan çıkıp özgürlüklerine kavuşmak isteyen kuşlar vardı (özgürlük dediysem etrafımda dönmek gibi) ve ben onlara tatlı tatlı ''Şşşt, bekleyin biraz'' diyordum. Kafamı yastığa gömüp gerçek kuş sesleri eşliğinde o gün olacakları düşünmeye başladım.

10 gün önce 10 yaşına girmiştim. Doğum günümde İstanbul'da değildim fakat babam buradaydı. Eve gelip yatağımın üstünde duran 10 numaralı Hagi formasını görünce isteyip de yapamadıklarımı yıllar sonra bir çocuğun Pokemon misali camdan atladığını öğrendiğimde şükranla anacaktım. Allah biliyor, Pokemon hayatıma girmiş olsa -2000'de girmişti- o gün o formayı görmenin verdiği hazla karışık gaz, pencereden uçup gitme fikrindeki saçmalık karşısında ağır basacak ve annem yere çakılmış bedenimi görünce arkamdan ağlamayacak, atlayacaktı. "Doğru zaman" diye bir şey vardı ve çok önemliydi.

O güne geri dönelim... Görür görmez vurularak sevmeye başladığım formamla olan birlikteliğimizin 10. gününde nihayet "10" takıntımın hakkını verecektim. Birbirine bakan üç apartmanın kaynaştırdığı çocuklardık. En büyüğümüzle aramda üç yaş vardı. Adı Emrah Abi'ydi. Sonra Inzaghi Oğuz, ilk arkadaşım İnanç, Kaya Çilingiroğlu'na ''kayıp çocuğu'' yakıştırmalarına maruz kalacak kadar benzeyen Uğur ve ikizi Kadir... İbne Kadir... İlk büyük küfrünüzü hatırlıyor musunuz? Kadir'in lakabı ''ibne'' değildi fakat ''ibne'' sözcüğünün fonetiği hoşuma gittikten sonra mahallede ilk yamuğu ondan görmüştüm. Kaleci olduğu bir maçta oyunu soğutmuştu bu Kadir. Hava kararmak üzereydi ve ''Atsana lan ibne'' dememle bir gücün beni ağlatarak eve çekmesi bir olmuştu. Şanssızlık diye bir şey vardı ve çok önemliydi. Hayatımın ilk üst düzey küfrünü ederken annem pencereden bakıyormuş. Büyük ihtimalle de eve çağırmadan önce pozisyonun sonlanmasını bekliyordu. Hakemin iyi niyetiyle uzatmaları oynattığı maçta takımına ihanet eden bir kaptan gibi titremiştim. Kaptan gördüğü kırmızı kartın ardından gözyaşlarıyla soyunma odasının yolunu tutarken, takımı bir farkla yenik durumdaydı. (Meraklısına devamı: Annem ''Hemen eve geliyorsun' deyip pencereyi çarptı ve gözünde İbne Kadir'in evladından daha mazlum olacağı fetret devrimiz resmen başladı. Üç gün kadro dışı bırakıldım. Sokağa çıkmama cezası... Üçüncü gün ''Beni sevmiyorsunuz'' diyerek salondaki resmimi yırttım. Hırçın kaptan gemisine dönmek istiyordu. ''Evlat olsa sevilmeyecek'' tarzda davrandığımdan evdekileri çok iyi anlıyordum. Beni sevmek zorundalardı. Neyse ki bu yaşanması gereken bir süreçmiş.) O günler geride kalmıştı.

6 Ağustos sabahı duyduğum bu müthiş heyecan, tam olarak İstanbul'a döndükten sonra Emrah Abi'nin bizi etrafında toplayıp ''Artık bir mahalle maçı yapmamızın zamanı geldi'' dediği gün başlamıştı. Sonra kendisi, ben ve İnek Alper'den oluşan üç kişilik heyet, birkaç gün farklı sokaklarda top oynayan çocukları izledikten sonra nihayet doğru rakibi bulmuştuk. (İnek Alper: Sünnet olduktan sonra asla eski formuna kavuşamasa da, sünnetten bir yıl sonra pipisine teğet geçen toplar onu yere yığıp acı içinde kıvrandırsa da özünde iyi bir kaleciydi.) Rakibin yaş ortalaması bizimkinden fazlaydı ancak kozlarımızı dişli bir rakiple paylaşmak istemiştik. 6 Ağustos günü -gölge olduktan sonra- oturduğumuz apartmanın arka bahçesinde kapışmak üzere çocuklarla sözleştik ve artık "takım olarak kenetlenmek" mi dersiniz, "her an maçı yaşamak" mı nersiniz; ne dersiniz bilmiyorum ama o saatten sonra bize bir "hal" geldi sevgili okurlar. Her gün birimiz kağıt kalemle gidip gizlice çocukların maçını izledi mesela, döndüğünde takım arkadaşlarına rakibi ezberletmek için... Bu arada rakip bize göre epey amatördü. Bazen not tutmaya gidip "Su tabancalarıyla oynuyorlar :-/" diye döndüğüm oluyordu. Bu bir taktik (şaşırtmaca) olabilirdi tabii. Dikkatli olmalıydık. Hem belki gevşiyor, rahatlıyordu ibneler!

5 Ağustos günü tüm hazırlıklarımızı tamamladık. Oğuz maçtan iki gün önce Letoon marka yeni spor ayakkabıları almıştı. O gün ona ''Eskileri giy, alıştığınla oyna'' dedim. ''Altı delindi'' dedi. ''Olsun'' dedim. "Olmaz" dedi. Ufak çaplı bir tokatlaşmanın ardından eskileriyle oynamayı kabul etti. Son idmanımızın ardından ''gol sevinci'' bile çalıştık. Genelde bu tarz bokunu çıkarmaya yönelik fikirler Emrah Abi'nin başının altından çıkıyordu ve hemen benimsiyorduk. Küçük bir futbol ülkesi gibiydik. Büyümesek, ekol yaratabilirdik.

6 Ağustos 1999 günü, 11 gün sonra yaşancak depremde ilk olarak kontrol edeceğimiz şeyin direkleri olacağı yarı toprak - yarı çim sahamızda ısınma hareketleri yaparken rakip ansızın çıkageldi. Kalp atışlarım hızlanmıştı. Maç öncesi bir Buz Parmak iyi gidebilirdi. Formama dökülebilir endişesiyle bu fikrimden cayıp orama burama su dökmeye başladım. Resmen elim ayağıma dolanmıştı! Ama kontrolü yitirmemeye çalışıyor, ara sıra pet şişemden bir yudum alıp yanaklarımı şişirerek rakip takımın kalecisine sinsi golcü bakışları fırlatıyordum. İçimde kopan fırtınalara inat gözlerim ''Ağlatırım oğlum seni, aklını alırım'' deme gayretindeydi.

Maç 15'er dakikalık iki devre üzerinden oynanacaktı ve -sizi daha fazla sıkmayayım- dört golle yıldızlaştığım ve bir ara annemin tribünden attığı bozuk paralar yüzünden duran maçı 11 - 2 kazanacaktık. (Annem holigan değil. Bakkaldan bulgur almam için pencereden atmıştı paraları. Bakkala bulgura giderken öndeki maçtan olmak espri olarak bile iğrençti, gitmemiştim.) Zaferin coşkusu haftalarca sürecekti. Atılan herhangi bir golün slow motion tekrarları top ele elde defalarca canlandırılacak; Emrah Abi'nin çok uzaklardan, yerden köşeyi gördüğü golde topun kaleye giderken yerden yükselttiği tozlar kıvılcıma benzetilecekti. O gün bulgur almayı reddeden ben, birkaç gün içinde pilav yapmayı öğrenip anneme mutfakta yardım etmeye başlayacaktım. (Ne yazık ki yalnızca sonuncusu şaka.)

Evet sevgili okurlar; 6 Ağustos benim -küçük- dünyamda "öylesine güçlü, öylesine güzel, öylesine benim olan" bir gündü ki o günden sonra her 6 Ağustos'ta güzel şeyler olacağına inandım. 6 Ağustos 2001'e kadar.            
                                                                    Devam edecek...

Fotoğraf bir kaç sene öncesinden. Ağustos mu bilmiyorum.

Hiç yorum yok: