11 Mayıs 2012 Cuma

Balkon

4 Mayıs 2000'li yıllar, Çarşamba... Hatırlayamadığım Euro 2004 maçının 60'lı dakikaları oynanırken nasıl ki atılan bir gol sonrası yorumcu Fatih Terim "Bu altmışlarda hep bir şey olur zaten" diyerek evimizden "Tsss" sesleri yükseltmişti, işte ben de sizleri öyle "tsss"latma pahasına iddia ediyorum: Zaten bu Mayıs'larda hep bir şeyler oluyor arkadaş. Ya ümitlerim bira bardağımın masada bıraktığı yuvarlak izin içine hapsoluyor, ya havaya attığım leblebiler bir bomba misali düştüğü ağzımı acıtıyor. 4 Mayıs'ın tuhaf hikayesine geçmeden, yedi yıl önce bugünlerden (2005 yazından) haberler getirdim ki her şey pekişsin: Türkiye'de ilk F1'in yapıldığı, Magnum'un çekilişle BMW dağıttığı, gazetelerin arka sayfaları sayesinde yaşlısı genci Kate Moss - Pete Doherty ilişkisindeki çıkmazlara kafa patlattığımız, vıcık vıcık bir yazdı. Neden bilmiyorum, bu ilişki birkaç yıl boyunca Emrehan Halıcı'nın zeka sorularıyla alakasız bir ikili oluşturmuştu Hürriyet'in arka sayfasında. Pete uyuşturucu komasına gimişse Pete'in mosmor gözleri, katıldıkları davette Moss dağıtmışsa küçük fotoğrafta Moss'un cargo tromba arabaya bindirilişi ve sayfanın 1/3'ünde de Moss'un kaburgaları yayınlanırdı dönüşümlü olarak. Hikayem gerçek olup %100 çalıştığından, o yazı geçirdiğim beldeyi söylemeyeceğim. Bildiğiniz gibi küçük dünyamız epey vahşi. O yazı kavrulan ve ilk kez bulunduğum bir tatil yöresinde ilk ve son kez akrabalarımla birlikte geçirdim. Bu hayatımın en düzenli tatili, hatta belki en düzenli dilimiydi. Sabahları 15 yaşımın verdiği güçlükle balkondan gerçek memelere karşı çayımı içip gazete okuyor; ardından lise hazırlığı henüz bitirmiş olmanın verdiği özünde very titrek ama pırıl pırıl, günaşırı tazelenmeye mahkum bir şevkle kendime "Bu gün bir kızla tanışabilirim, neden olmasın" deyip mayomu giymeye gidiyordum. İşte her sabah tam bu esnada evdekiler teker teker uyanmaya başlıyor, ben kapıya varmak üzereyken Spider-Man kostümlü iki minik akraba beni şevkli paçalarımdan tuttukları gibi orama burama "Fışt, fışt" yapıyordu. "Fışt" efektiyle bileklerinden fırlattıkları hayali örümcek ağlarıyla dizginlenen ruhum miniklerin dengine varıncaya dek küçülüyor; kör merhametim, ben ve iki küçük örümcek adam bir anda ele ele verip denize doğru koşmaya başlıyorduk. Bu koşmalar ergen ruhuma doğruydu arkadaşlar. Değil genç bir babaannenin (benimki değil) balkondan "Açılmasınlar Kojirocuğum, dikkat et" benzeri direktifler verdiği, arada bir fotoğrafımızı çekip acıkıp acıkmadığımızı sorduğu bir plajda kızlara bakmam, günün birinde böyle kepaze bir "sahne"ye çocuk getirmem pek mümkün gözükmüyordu. Plajda hangi ara kafamı kaldırsam yaklaşık yüz metre ötedeki balkondan, sülalemin herhangi bir jenerasyonunu temsilen oraya oturtulmuş gibi davranan biri mutlaka beni sahiplenmeye çalışıyordu. Bu kafaya vurulan tek elle perçinlenmiş "Çok sıcak, şapka taksaydın" uyarısıyla da, yanları iki elle kapatılmış bir ağızdan çıkma "Beşiktaş Ailton'u almış" bilgisiyle de gerçekleşebiliyordu. Öyle zor bir durumdaydım ki Süleyman Rodop gelip "Haim Fresco seni buradan kurtarmak için devreye girdi" dese ona ilk kez inanacak gibiydim. Hareket alanım yüksek utanma duvarlarıyla ustaca örüledursun, 15 gibi insan bedeninin Doctor Octopus'a taş çıkardığı bir yaşta günlerim bacak kadar veletlerin örümcek içgüdülerine güvenerek onları çişe götürüp işetemeden geri getirmekle geçiyordu. O günlerde kurduğum "Bir örümcek adam içgüdüsünde sıçabiliyorsa, söyleyin ben bir insana nasıl güveneyim" mantığımın yıllar sonra yaşayacağım ilişkileri uçurumun kenarına sürükleyeceğini tabii ki bilemezdim. Evde kaç kişi olduğumuzu söyleyemiyorum, onu bilmek de epey zordu. Eş, dost, akraba ağırlıklı bu evdeki sayı gün içinde 4 ile ("ila" mı demeliydim yoksa?) 10 arasında değişiyordu. İnternet yoktu, internet kafenin adında meymenet yoktu. Evdeki kalabalığın da etkisiyle kendimle nadiren başbaşa kalabildiğim vakitleri Pete Doherty'nin kan çanağı gözlerinin hapsinde Kate Moss'un bacaklarına odaklanma çabalarıma ayırmıştım. Günün keyifli saatleri dört, beş, altı; plaj futbolunun tadı gerçekten de farklıydı. Sosyalliğime açılan bu tek kapıda tüm günün hırsıyla topa en önde basıyordum. Her maçın sonuna doğru slip mayoları tanga mertebesine erişen yaşça büyük ecnebi dostlar içimde "rakibe saygı"nın zerresini bırakmasa da, yine bana tek neşeyi onlara gol atmak veriyordu. Kumsalda top tepen iki tayfaydık. İlk grup benim de aralarında bulunduğum ve Türkler'e karşı turistlerin boy gösterdiği, ikinci grup ise yaşlarının 10-15 arasında değiştiğini tahmin ettiğim ve ortaya bizim maçın bitimiyle çıkan çocukların oluşturduğuydu. Bir gün yine maçtan gelmiş, balkonda kalabalık bir sofrada o sezon Galatasaray'ın mutlaka şampiyon olacağını iddia ederken gözüm sahildeki ikinci gruba, daha doğrusu geri kalanı erkeklerden oluşan bu tayfadaki -henüz girmiş onüç, ondört yaşına- kısa saçlı kıza takıldı. Maçı daha iyi izleyebilmek için sofraya yan dönmem Fenerli dayımla tatlı sert atışmamızın ardına denk geldiğinden, bu yan dönüşüm babaannemin "Oğlum sofraya küsülmez" uyarısıyla tüm dikkatleri üzerine çekti. Cevap vermek yerine duymazlıktan gelip maça odaklandım. Dönüşümün sebebini sofradakilerin takdirine bu şekilde bırakmak bana çok yakışmıştı. Zaten bir "dönüş yapmak" istiyordum bu hayatta. Öyle, "muhteşem" bir dönüş... ...

Hava kararmak üzereydi ve ben yaklaşık 5 dakikadır ağzımdaki lokmayı yutmamış, o kızı izliyordum. (Kız, yaptıkları tek kale maçın yıldızıydı.) Kaç Alex ederdi bilmiyorum ancak şu dünyada ilk kez kanlı canlı güzel top oynayan bir kızı izliyordum ve bu bırakınız atomu parçalamayı, bazen önyargıyı kırmaktan bile zevkliydi. (Mola: Şutunu çekmiş / Golü bekler / Kaleye geçmiş / Çıkmak ister / Güzelim baksana / Adımı sorsana / Allahın aşkına / Şu ateşi yaksana ) ... Artık her akşamım balkonda çekirdek çitleyip çocukların maçını izlemekle geçiyordu. Kısa sürede kızın golle sonuçlanmayan herhangi bir atak sonrası -bir yandan saçlarını düzeltip- küçük adımlarla geri geri yürümesi ve sonra birden ok gibi topa fırlaması beni yavaşlatmaya başlamıştı. Gözlüğümü İstanbul'da unuttuğumdan, bulunduğum yerden kızın yüzünü seçemiyordum fakat bana kalırsa bu belirsizlik hislerime katılmış farklı bir renk ya da sesti. (Hala tam karar veremiyorum ama çok iyiydi.) Belirsizliklerden katiyen hoşlanmayan yapım, dişi bir Ronaldinho'ya boyun eğmek üzereydi dostlar. Yüzünü seçememek, Duman'ın o yaz çıkardığı Seni Kendime Sakladım albümünün bir şarkısında da söylendiği gibi "hem karanlık, hem de sıcak" bir hava katmıştı dişi Baggio'ma... Ayrıca artık Atilla Taş'ı anlayabilen tek insan olabilirdim. Bilindiği gibi kendisi bir Japon'a aşık olmuştu. ("Vakarimasu, takarimasu / O gözler içimi yakarimasu / Beşi bi' yerde takarimasu / Bir Japon'a aşık oldum" dizeleriyle duyurmuştu hatta aşkını.) Evet, onun vurulduğu "aykırı" nitelik "Japon olmak"ken benimki "futbol oynamak"tı. Dünyaya başkaldırmak hemen hemen böyle bir şeydi. (Şarkı: Bruce Springsteen - Glory Days) Bu bir blog yazısı değil de Hollywood yapımı olsaydı şimdi (ve yukarıda güzel geçişler yapamadığım tüm kısımlarda) arkaya ne güzel Glory Days'i dayar, zamanı hızlandırırdım. Şarkıyı kumsalda top oynayanların yalınayakları ve topla başlatır, sonra kızın attığı bir kaç çalımı ve benim balkondaki triplerimi (destek, alkış) art arda izletirdim size. Hatta belki -size biraz olsun acımaz- araya komiklik niyetine şişko kalecinin bacak arası yediği gol sonrası "Tanrım, çok şişkoyum" bakışını koyup giderdim önünüze. Tozumu bulamazdınız. Ruhum coşmak isterse hiç üşenmez bir penaltı pozisyonu da eklerdim bu curcunaya. Kızın yapacağı atış öncesi balkondaki gerilimimi ve gol sonrası yumruğumu gösterirdim size, kanalı değiştiremezdiniz. Bu şekilde 5 günümü anlatırdım işte. Bruce'un son bir "Glory days" deyişiyle de kızın takımı, ben ve iki küçük örümcek kenetlenmiş vaziyette bu soytarılığa son verirdim. Ama ben bunu yapmıyorum. Zaten Glory Days'li kısım tam olarak gerçeği yansıtmıyor, yansıtamıyor. İnsan bazen vur deyince vuramıyor, biri bakarken yapamıyor. Sanırım birazcık içimi dökmekten son anda vazgeçiyorum sevgili okurlar. Tatilimin geri kalan günleri onun bizim maçlara gelmesini bekleyip boşlar çekmekle; akşamları o balkonda karışık meyve aromalı Cappy'mi yarimin güzel oyunu şerefine, ondan habersiz içmekle geçti. İçimdeki Zerrin Özer ergenliğime mağlup oldu, o yaz bu yaz olamadı. Birkaç defa göz göze geldik kızla, hepsi bu. Hiçbir zaman konuşmadık. Ama adını öğrenmiştim. İstanbul'a dönerken tüm bu hamlesizlikten bana tek yadigar, kızın gözlerinden eksik etmediği "hepinizin amına koyayım" bakışı kalmıştı. Ve ben şimdi, bir Mayıs günü (yani o günlerden yaklaşık yedi yıl sonra) aynı ifadeyi, aynı renk gözlerde Taksim Metro'nun karşımda duran koltuğunda yeniden görür gibiydim. Gözlüğüm çantamdaydı.

                                                                   Devam etmeyecek.

Artık bunu dinlemeden Facebook'taki hiçbir fotoğraf albümüne bakamıyorum.

1 yorum:

Unknown dedi ki...

Ellerinize sağlık. Gerçekten akıcı ve bir çırpıda okudum